Liberalizmin tasfiyesi ve Ortadoğu`da alacakaranlık
Çok umutlar bağlandı Türkiye’ye. Doğu ile Batı arasındaki köprüydü o. 1950’lerde dahi Amerikalı sosyal bilimcilerin gözdesiydi. “Batı-dışı” toplumların (devrimci hayallere kalkışmadan) modernleşebileceğini gösteriyordu çünkü. 1990’lardan itibaren çerçeve bir parça değişti. Artık Türkiye’nin belirleyici özelliği, Müslüman kimliği ile liberalizmi uzlaştırabilmesiydi. Ak Parti iktidarı, bu beklentileri zirveye taşıdı. 2011 Arap ayaklanmalarından sonra da, birçok ülkenin “Türk modeli”ni takip edeceği umuldu. Ne var ki, kısa zamanda ibre tersine döndü.
Körfez’in ve selefiliğin yükselişi
Bugün Suudi Arabistan ve Katar’ın önlenemeyen yükselişine şahit oluyoruz. Mısır darbesi bu ikilinin arasını açmıştı ancak, İran ve civarında stratejileri örtüşüyor. IŞİD’in arkasındaki iki öncü ülke oldukları tahmin ediliyor. IŞİD tasfiye edilse dahi, işgal ettiği bölgelerde ideolojik ve demografik izler bırakacak. Bu da Suudilerin ve Katar’ın Güney ve Batı Kürdistan’da dahi önemli mevziler kazandıklarını gösteriyor.
Körfez ülkeleri nasıl diğer güçleri marjinalize ederek bu kadar ön plana çıkabildi? İran’ın atıllığı kadar Türkiye’nin yükseliş ve düşüşünün de rolü var bunda. Bununla bağlantılı olarak, İslamcılığın yeni bir evresine girmiş olduğunu da fark etmek lazım. Devrimci ve liberal evrelerden geçti İslamcı hareket. Şimdi ise mezhepçi ve muhafazakar bir rotaya oturmuş durumda; bu yeni çizgi yer yer selefilikle tahkim ediliyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonrasında Ak Parti’de yaşanan krizi bu çerçevede değerlendirmeli. Abdullah Gül’ün önderliği, Arap dünyasında liberal İslam’dan medet uman çevreler için bir can simidi olacaktı. Liberal-muhafazakar Arap diplomatları ve aydınları, bizdeki benzer çevrelerin de katkılarıyla, kısa süren bir coşku dönemi yaşadılar Gül siyasete döneceğini açıklayınca. Gül, körfez ülkeleriyle Türkiye’nin arasını düzeltecekti; Gül’ün başbakan olduğu Türkiye, Mısır ve başka yerlerde Müslüman Kardeşler’i uzlaşmacı bir çizgiye çekecekti; böyle bir Türkiye, İran’ın nükleer programının “normalleşmesi” önünde de bir engel olacaktı; vb. Ancak Erdoğan’ın hamleleriyle hayaller suya düştü. (Elbette Gül ve Gülen’den başka umudu kalmayan liberal ve liberal-muhafazakar çevrelerin benzer umutları tekrar tekrar gündeme getirmeleri de kaçınılmaz.)
O halde Gül krizi, liberal İslam’ın gerileyişinin işaretlerinde sadece biri (daha kuvvetli bir işaret, Gülen’in süregiden tasfiyesi tabii ki). Ancak Gül ve Gülen krizlerinin bir önemi daha var: Türkiye’nin İslami hareketlere yön gösterici özelliğini kaybetmesinin de göstergesi bu krizler.
Türkiye’nin geri çekilmesi ve artık bir model olamaması durumunda öne çıkan askeri, diplomatik ve ideolojik odak da körfez ülkeleri oluyor. Hatta Türkiye’nin kendisi dahi bu durumun etkisi altında: diplomatik ve emperyal sebeplerle Suudi Arabistan ile sürtüşme olmasına rağmen, ülke ideolojik olarak bir Suudi-Katar yörüngesine girmiş durumda. Yine de Suudi Arabistan’ın, Türkiye ve İran kadar ideolojik cazibe merkezi olması çok düşük ihtimal. Fazlasıyla kendine has güç kaynaklarından dolayı (petrol, Mekke, Vahhabi monarşi, vb.) ihraç edilebilecek bir genel çerçeve çıkarması, (İran’ın ve Türkiye’nin aksine) bir “model” oluşturması hayli zor. Bundan dolayı körfezin etkisi, dört başı mamur bir idelojinin yayılmasından ziyade, derinlikten yoksun bir muhafazakarlığın, zorbalığın, kadın ve Hristiyan düşmanlığının, yasakçılığın, mezhepçiliğin şiddetlenmesinden müteşekkil bir “Suudileşme” olarak tezahür ediyor.
Bu Suudileşmeye eşlik eden selefileşme de (yer yer Suudilerin reel çıkarlarıyle çelişse dahi) vaziyeti çok değiştirmiyor: devrimci ve liberal İslamcılıkların aksine, selefi dalganın doğru düzgün siyaset ya da iktisat modelleri (ya da model nüveleri) yok. Kendine has bir kültür oluşturduğu da söylenemez, hatta kültür ve medeniyet gibi kavramlara bir alerjisi var. IŞİD’in siyasi ve iktisadi alandaki tehditleriyle değil de, yaptığı katliamlarla gündemde olması, basının İslamcılık alerjisinden kaynaklanmıyor. IŞİD’in İslamcılığa katkısı siyasi, kültürel, ideolojik, iktisadi alanda yarattığı sıçramalar değil, askeri/para-militer başarısı. Bu örgütün Irak ve Suriye’de sebep olduğu yıkım (örneğin bölge Sünnilerine bir iki taviz verip onarılabilecek) konjonktürel bir kazadan da kaynaklanmıyor. İslamcı hareketin yeni evresinin kodlarını taşıyor IŞİD icraatları.
İslamcı hareket, tüm bölgede paraya, başarıya ve güce tapılan neoliberal dönemde (bu yeni yönelişe cevap verebilecek sol hareketlerin de zayıf olmasının da katkısıyla), yer yer popülist, yer yer devrimci bir alternatif değer ve pratik sistemi önererek yükselmişti. İslamcılığın bu iki hali de muhafazakarlıktan kısmi bir kopuşla mümkün olmuştu. Kültürel, siyasi, iktisadi iktidar alanları fethedildikten sonra ise İslamcılık liberalizmle barışmakla kalmadı, (kendisinden önceki akımların yapamadığı kadar) güçlendirdi ve kitleselleştirdi neoliberalizmi. Fakat sonuç olarak İslamileşme cihetinde pek bir şey getirmeyen, düz bir neoliberalizmden çok daha İslami olmayan bir “Türk modeli” çıktı ortaya. Bunun yarattığı boşluğu dolduran ise bugün selefileşme ve Suudileşme oluyor: gücün ve paranın kutsanmasını sorgulamayan, tevhidi boyutu örselenmiş, sinik bir yeni İslamcılık.
Mısır’da öncülük kesinlikle Suudiler’in elinde. “Seküler darbe” görüntülerine kanmamak lazım: yeni rejim, ateistlere ve gayri-Müslimlere İhvan’ın davrandığından daha sert davranmayı vaad ediyor. Mısır’da bir İhvanlaşma yaşanmamış olabilir ama, Suudileşme yaşanıyor. Ülkedeki en örgütlü selefi grubun (Nur Partisi) darbeci Sisi rejimine destek vermesi bir komplodan ya da sadece taktik hesaplardan kaynaklanmıyor. Hem jeostratejik olarak hem vizyon olarak birebir örtüşme değilse bile bir kesişme var Sisi ve selefiler arasında.
Tunus Türk modeli için tek umut ancak, Tunus’ta bile artık bu modelin geride bırakıldığı, Tunus dinamiklerinin 2002-2013 arasındaki Ak Parti rotasından daha İslami bir modeli mümkün kıldığı konuşuluyor. On senedir eski rejimin de desteğiyle artan selefi varlığını bir tarafa koyarsak, Suudi etkisi Mısır’da hissedildiği kadar yoğun olmayabilir ama, Türkiye de artık bir ufuk tanımlamaktan çıkmış Tunuslular için. Mısır ve Tunus dışında, Türk modelini takip edebilecek bir ülke zaten yok.
Sallantıdaki Amerikan hegemonyası
Bu gelişmelerin arka planı, Amerikan hegemonyasının derinleşen krizi. Hegemonyayı çift anlamlı kullanıyorum. Birincisi uluslararası ilişkiler yazınındaki geleneksel anlamı: lider devletin istediği diplomatik-askeri dengeleri ayakta tutabilmesi, pazarları kendi çıkarları doğrultusunda denetleyebilmesi, vb. İkinci olarak da Gramsci’nin vurguladığı ahlaki önderlik meselesi var: yani, lider devletin belirli siyasi ve iktisadi pratikleri bölge devletlerine benimsetebilmesi. Bölgede her türlü gücü (diplomatik, para-militer, ideolojik, medyatik) patlama halindeki iki devletin (Suudi Arabistan ve Katar) “Amerikan müttefiki” olması, Batı hegemonyasının hala sağlam durduğu yanılsamasını yaratabilir. Gelin görün ki, gerçeklik çok daha karmaşık.
1970’lerden itibaren, Arap dünyasının ilerici cumhuriyetler ve muhafazakar monarşiler olarak ikiye ayrılması üzerine kurulan dengeler yıpranmaya başlamıştı. Cumhuriyetlerin neoliberal kalkınmaya ve muhafazakar motiflere yönelmesiyle, monarşilerle aralarındaki sınırlar silikleşti. İran Devrimi ve sonra Sovyetler Birliği’nin yıkılması hem siyasi hem ideolojik hatları iyice belirsizleştirdi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 1990’ların başından beri gerçekleştirdiği müdahaleler, (sadece ham kaynakları sömürme değil) yeni dengeler tesis etme kaygısı taşıyordu. 2000’lerle birlikte Amerika, boş bir aşırı güvenle hegemonyasını derinleştirmeye yöneldi. Irak’tan başlayarak, muhafazakar İslam’ın ön plana çıktığı liberal demokrasiler kurmaya yeltendi.
“Türk modeli” küresel hegemonyanın bölgesel ayağını ifade ediyordu bu dönemeçte. Tüm dünyaya İslami muhafazakarlıkla liberal siyaset ve iktisadın elele yürüyebileceğini gösteriyordu. Oysa bu model oldukça sorunluydu; 2013’e gelindiğinde içten ve dıştan gelen baskılarla çöküşü başladı.
İçeriye bakarsak...Liberal iktisat, ancak siyasi otoriterlikle ayakta tutulabildi. Otoriterleşmeyle oluşan sorunlar da muhafazakarlaşmanın dozu arttırılarak halledildi. Nihai olarak, muhafazakarlaşma Batılı hegemonları bile rahatsız eden bir noktaya geldi. Gezi Ayaklanması bu neoliberal bulamaca bir tepkiydi. Kısa vadede etkisi, otoriterleşmenin ve muhafazakarlaşmanın iyice şiddetlenmesi oldu: sosyal dinamiklerden ziyade komplo teorileriyle konum belirleyen entellektüeller ve geniş kesimler, Gezi’de gördükleri “dış mihraklar”a karşı rejimi korumak konusunda (kuramsal derinliği olmayan) bir militanlaşmadan medet umuyorlar artık.
Türk modeline dışarıdan gelen baskılar belki daha da ölümcül. Amerika Irak’ta mezhepsel-etnik çerçevede bir demokrasi kurdu. Bunun Irak’ı daha yönetilebilir kılacağı yanılsamasına düştü. Sonuçta tüm bölgede mezhepsel yarılma derinleşti. Bu yarılmadan kısa vadede yarar sağlayan (Irak’ta etki alanı bir anda aşırı genişleyen) İran oldu. Ancak demokrasi ve siyaset mezhepsel bir rotaya oturunca, körfez ülkeleri Şii düşmanlığı üzerinden rahatça at koşturmaya başladı.
Bu noktada Ak Parti yöneticilerinin basiretsizliğine şahit olduk. Liberal-muhafazakar demokraside ısrarcı olmak yerine, körfezin fiili önderliğini kabul edip mezhep yangınına odun taşımaya başladılar. 2011 öncesi mezhepler-üstü bölgesel söylemini bir yana koydu hükümet ve körfezin Anadolu’daki uzantısı gibi davranmaya başladı. Önce Irak’ta, sonra Suriye’de tuttuğu yol, Türkiye rejiminin kendi iç dinamiklerini de etkiledi. Liberalizm rafa kaldırıldı.
Bir önceki kısımda ele aldığımız meseleye bir boyut daha ekleyelim: Körfez ülkelerinin gücü, Amerika ve Türkiye’nin bu (siyasi ve ideolojik) krizinden kaynaklanıyor. İran’ın da eski mezhepler-üstü ve devrimci iddialarını kaybedip mezhep vurgusunu arttırması, çoğunluğu Sünni olan bir bölgede yine en çok körfeze yarıyor.
Fakat, İran’ın devrim sonrası, Türkiye’nin de 2000’lerde yakaladığı yükselişin aksine, körfezin bir “model” olma potansiyeli (yani hegemonik bir açılımı) yok. Amerika, Suudiler’e (Türkiye’ye yasladığı şekilde) yaslayamaz sırtını. Dolayısıyla önümüzdeki dönem, Amerikan liderliği de bir “günü idare etme” mantığına sıkışacak, belirli bir modeli “ahlaki doğru” olarak dikte edecek gücü olmayacak.
Amerika’nın son bir iki yıldır yaşadığı yalpalamalara tutarlılık atfeden çok. Derin komplo teorileriyle, süper gücün attığı her adımı bölgeyi bölüp yönetme planının yıllar öncesinden hesaplanmış merhaleleri olarak görmek, kamuoyunda da geniş kabul gören bir yaklaşım. Oysa en yakınımızdaki Suriye/Irak krizlerine baktığımızda, akıllıca bir plandan çok çaresizliğin işaretleri göze çarpıyor: Amerika önderliğindeki Batı, önce koşulsuz şekilde Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) destek veriyor (ki bu da bir algı meselesi, keza bugün Amerikan siyasetinde ve basınında “keşke daha çok destek verseydik” diyen de bol); sonra bu “ordu”nun içinde palazlanan el-Kaide uzantılarından rahatsız olup ÖSO’nun popülaritesini düşürüyor; en sonunda da ÖSO’nun (ve bölgedeki Şii, Sünni tüm rejimlerin) ektiği nefret tohumlarından beslenen IŞİD’e karşı peşmergeleri silahlandırmaya girişiyor.
Bu sürecin her bir aşamasını soyutlayıp, kendi tezlerinin teyit edildiğini düşünenler var. Örneğin, ilk aşamada, “Bakın, Amerika’nın asıl planı bölgede mezhepsel çatışma yaratmak, aşırılıkçı Sünni devletler kurmak”; ikinci aşamada, “Yok, gördünüz mü, Batı sadece ılımlı İslamcı döneminde ÖSO’ya destek verdi, 2001’den sonra asla el-Kaide’ye yarayacak bir şey yapmaz canım”; son dönemeçte ise, “işte, Amerika’nın bölgede tek gerçek müttefikinin Kürtler olduğu bariz” diyenler oldu. Halbuki sürecin gösterdiği (aynen Mısır’da 2011-Temmuz 2013’te yaşanan kafa karışıklığında olduğu gibi), Amerika’nın iki ay sonrasını kestiremediği; durumu idare edebilmek için el-Kaide uzantıları dahil herkesle geçici işbirlikleri kurabileceği. Uzun vadeli, tutarlı projeler tutmuyor artık.
Demokratik siyaset olanakları
Böylesi iç daraltıcı bir tabloya inat, Demirtaş’ın seçim başarısı bir umut ışığı yakabilir mi?
HDP’nin cumhurbaşkanlığı seçiminden yüzde 50lik bir artışla çıkmasının arkasında bir çok neden var. CHP tabanında (özellikle Aleviler arasında) İhsanoğlu’na duyulan tepki bunlardan en başat olanı. Demirtaş’ın karizmasının ve söyleminin bir rolü olduğu da muhakkak. 30 Mart seçimlerinde CHP düşmanlığıyla kendini sınırlayan HDP ile, daha geniş bir vizyonla yeni rejime muhalefet oluşturmaya çalışan HDP arasında ciddi bir fark var. Bunun taktiksel bir fark mı, yoksa stratejik bir yönelim mi olduğu konusunda 2015 genel seçimleri ipuçları verecek.
Fakat IŞİD’in bölgedeki yükselişi de (özellikle Kürtler açısından) belirleyici etmenlerden biri. IŞİD işgalindeki bölgelerde Kürtlerin maruz kaldığı şiddet, yükselen muhafazakarlığın dindar Kürtler açısından dahi parlak bir gelecek muştulamadığını göstermiş oldu. Şengal’de yaşananlar, muhafazakâr bir tırmanışın neler getireceğinin habercisi. Ak Parti’nin kemikleşmiş bir Kürt tabanı olduğu muhakkak. Yine de, bölge iç savaşlara ve mezhep çatışmalarına yöneldikçe burada kırılmalar yaşanacak, bu da uzun vadede bir şeyleri değiştirecektir.
Önümüzdeki dönemde, hem Türkiye’de, hem de Türkiye Kürdistan’ında devrimci ve demokrat siyaset sahasında mütevazi ilerlemeler yaşanabilir. Demirtaş’a yönelen oylar (Gezi olayları kadar) sol eğilimli demokratik söylemlerin son otuz yıldır olmadığı kadar alıcısı olduğunu gösteriyor. Lakin kısa erimde çok sarsıcı denge değişiklikleri beklemek yanıltıcı olur.
Ak Parti rejiminin kent rantı, mezhepsel ayrıcalıklar, hayır uygulamaları ve daha birçok yöntemle kurduğu etki alanı bir iki krizle alaşağı edilecek zayıflıkta değil. Kürt ulusal hareketi cenahında da kırk-elli yılın birikimi (ilk defa büyük çaplı resmi kazanımlar elde edilme noktasına gelindiğinden) belirli bir yöne kanalize edilmiş durumda. Bu koşullarda devrimci bir sıçrama çok zor. En çok çürüyen hakim kesimler, Türk laik-milliyetçi-ulusal cenahta. Bunlardan muhafazakar bloğa kayış da yaşanacak, (CHP sağa çekmeye devam ettikçe) devrimci saflara da. Kısa ve orta vadede, bu sularda yürütülen siyaset (CHP’den kopacak demokratların, sistem karşıtı eğilimlerinin kalıcı kılınıp kılınamayacağı bağlamında) belirleyici olacak.
Hülasa, gelecek yılların karanlık olacağı kesin ama, aynı zamanda fırsatlarla dolu bir tablodan bahsedebiliriz. Rejimin otoriterliği, mezhepçiliği şiddetlenecek. Kent, tarih ve orman talanı sınır tanımayacak. Bunlar Ak Parti tabanındaki kenetlenmeyi ve azınlık/sol düşmanlığını iyice körükleyecek etmenler; kapıdaki ekonomik krizin bu olumsuz gelişmeleri (kendi başına) ters çevirebileceğini düşünmemek gerekir.
Hızla savrulmakta olduğumuz kapitalist-muhafazakar-mezhepçi şiddet döneminde, geçen yüzyıla damgasını vuran laik-milliyetçi/ulusalcı ve liberal projelerin söyleyecek çok sözü de kalmamıştır. Son yirmi-otuz yıldır entelijensiyayı pençesinde tutan liberalizm, (bırakın doğanın ve kentin metalaşmasına karşı bir tutum takınmayı) kapitalist talanın ideolojik zeminini hazırlamıştı. Ak Parti rejiminin bedellerine dikkat çekenlere en ön sıradan liberaller laf yetiştirdi. Oysa Erdoğansız, Güllük-Gülenlik Ak Parti hayallerinin suya düşmesiyle, talandan demokrasi çıkmayacağı, artık kapitalist gelişmeyle demokratikleşmenin bir arada yürüyemeyeceği görülmüş oldu.
1990’lardan itibaren sınıfsal ve sosyalizan proje, çözüm, duruş ve pratikler (bazen kendine sosyalist diyen çevrelerde dahi) geri plana çekilmek durumunda kaldı. Bugün ise, liberalizmin süregiden iflası ve muhafazakârlığın dayattığı şiddet ve baskı ortamında, sınıfı ve sosyalizmi tekrar ön plana çıkarmak mümkün. 20. yüzyıl devrimlerinden dersler çıkaran ama onların otoriter ve dogmatik hatalarını tekrarlamayan; 1968 sonrası şekillenen liberal ve liberter solun kazanımlarına sahip çıkan (fakat bunlara hapsolmayan); çoğulculuğu ve özerkçiliği benimseyen ama sömürü ve metalaşma eleştirisini bunların temeline yerleştiren; dolayısıyla azınlıkların hakları için çarpışırken, yeni (halkçı, anti-oligarşik) çoğunluklar kurmayı ihmal etmeyen bir hat oluşturmak gerekiyor.
Bu hattın “nasıl” kurulacağına cevap vermek çok zor elbet; fakat “ne” üzerine kurulacağı açık ve net olmalı: sermayenin (ve temeli bireysel özgürlük ve zenginlik olan) liberalizmin hakimiyeti (uzun vadede) çoğunluğun çıkarlarına aykırıdır; bu hakimiyeti bitirecek güç, iktisadi ve siyasi süreçleri denetimi altına alacak, müşterekçi ilkeler üzerinde yükselecek geniş halk bloklarıdır. Yeni çoğunluklar kurulmazsa, Türkiye solu da, Kürdistan solu da iflas eşiğinde olan liberal bir zemin üzerinde kendini tanımlamaktan kurtulamaz. Kurulmakta olan muhafazakar-otoriter dengeler içinde bir köşe tutmaktan öteye geçemez.
*Tîroj dergisinin 70`inci sayısından alınmıştır.
[Bu makalenin orijinali evrensel.net’te yayımlandı.]